Yoksul ailelere yapılan sosyal yardımlar son yıllarda Türkiye’de çok tartışılan bir konu haline geldi. Tartışmaların artmasındaki önemli etkenlerden biri, iktidar partisinin miktarı giderek artan bu yardımları seçim stratejisinin parçası olarak kullandığı, yani yardım vererek oy topladığıyla ilgili kuşkulardı.
Ülkeye hakim olan şiddetli bölünmüşlük ortamında, bu kuşkular sosyal politikaların önemli bir ayağı olan sosyal yardımlara karşı büyük bir tepkinin oluşmasına sebep oldu. Bu tepki o kadar yaygınlaştı ki, kendini sosyal demokrat olarak tanımlayabilecek insanlardan bile yardım karşıtı sesler gelmeye başladı. Neredeyse, giderek otoriterleşen bir iktidarın sürmesinden yoksulları sorumlu tutmaya kadar gelindi.
Bu, bir kaç açıdan, gerçekten talihsiz bir durum. İlk olarak, sözünü ettiğim tartışma ortamı yoksulluk sorunun boyutlarının ve niteliğinin anlaşılmasını zorlaştıran bir nitelik taşıyor. İkincisi, sosyal yardım konusundaki tartışmaların aldığı biçim, halen varolan sosyal yardım sisteminin işleyişindeki sorunların tespit edilip anlamlı çözüm olanakların geliştirilmesini güçleştiriyor. Üçüncü olarak da, muhalefetin yardımlara karşı olduğu gibi bir algının yerleşip yardımlardan yararlanan kitlenin siyasi tercihlerini etkilemesi tehlikesi gerçeklik kazanıyor.
Dünyada sosyal yardım politikaları
Yoksulluk, gayet tabii, tarihin her döneminde ve bütün toplumlarda görülen bir olgu. Ama tarımın çözüldüğü, nüfusun çoğunluğunun şehirlerde yaşadığı, akrabalık ilişkilerinin ve diğer enformel nitelikli kişisel ilişkilerin bireye sağladığı desteğin azaldığı modern toplumlarda, bu olgunun niteliği de değişiyor.
Sosyal politikanın en temel sorusu da bu toplumlarda ortaya çıkıyor: Yaşlılık, hastalık, engellilik gibi durumlar yüzünden veya iş bulamadığı için hayatını çalışarak kazanamayan ya da kazancı asgari geçim düzeyinin altında kalan insana ne olur? Bugün, toplumların en gaddarında bile, iktidarın bu soru karşısında kayıtsız kalması mümkün değil. Bu yüzden de, dünyanın her yerinde, gelişmiş ve gelişmekte olan, zengin ve yoksul, bütün ülkelerde bazı sosyal yardım politikalarının uygulandığını görüyoruz.
Bu politikalar, farklı yoksulluk anlayışlarını yansıtan farklı biçimler alabiliyorlar. Dolayısıyla, yoksullukla mücadelede hangi politikaların ne ölçüde başarılı olduklarını değerlendirirken yoksulluktan ve yoksullukla mücadeleden ne anlaşıldığı önemli. Dünya Bankası gibi kuruluşların konuya geliri belirli bir eşik değerin altında kalan kimseleri yoksul kabul eden bir mutlak yoksulluk anlayışıyla yaklaştıklarını görüyoruz.
Buna karşılık, Avrupa İstatistik Kurumu Eurostat veya Türkiye’nin üyeleri arasında yer aldığı OECD gibi kuruluşlar, yoksulluğu insanın içinde yaşadığı topluma o toplumun herkesle eşit bir ferdi olarak katılamamasından kaynaklanan bir sosyal dışlanma sorunu olarak ele alıyor ve göreli yoksulluk anlayışını benimsiyorlar.
Buna göre, ülkenin ortanca (medyan) gelirinin[1] yüzde 50’si veya yüzde 60’ının altında bir gelirle yaşayan bireyler yoksul olarak kabul ediliyor.Yani yoksulluk eşitsizlikle ilişkili bir biçimde tanımlanıyor. İki tanım arasındaki fark, politikalara da yansıyan bir fark. Mutlak yoksulluk tanımı, muhtaçlara yardımı hedefleyen ve bu açıdan geleneksel hayırseverlik anlayışıyla kolayca örtüşebilen bir nitelik taşırken, göreli yoksulluk tanımı topluma eşit katılımı hedefleyen bir politika anlayışıyla örtüşüyor.
Türkiye'de yoksulluk
Türkiye İstatistik Kurumu’nun bir süredir göreli yoksulluk verileri yayınlıyor. 2013 yılı için medyan gelirin yüzde 50’si temel alan yoksulluk ölçümüne göre nüfusun yüzde 14,9’unun, medyan gelirin yüzde 60’ını temel alan ölçüme göre yüzde 22,3’ünün yoksulluk sınırı altında olduğu belirtilmiş. Yani yoksulluk marjinal bir olgu değil; sayısal olarak, ilk ölçüme göre 11 milyondan fazla, ikinci ölçüme göre 16 milyonun üstünde insan yoksul.[2]
Türkiye’de yoksulluk çok ciddi bir sorun, ama yoksulluk sorunu Türkiye’ye özgü değil. Çoğunluğu zengin ülkelerden oluşan OECD bloğu içinde de, medyan gelirin yüzde 50’sini temel alan ölçüme göre hesaplanan ortalama yoksulluk oranı yüzde 10 civarında ve bu ülkelerin tamamında çeşitli sosyal yardım politikaları uygulanıyor.
Yoksulluk marjinal bir sorun olmadığı gibi, sadece istihdam yaratarak çözülebilecek bir sorun da değil. Yoksulluğu bir işsizlik sorunu olarak görme eğiliminde olanların, Türkiye’de çalışanların yüzde 16 kadarının yoksul olduğunu, OECD bloğunda da çalışan yoksul oranının ortalama yüzde 8 olduğunu hatırlamalarında fayda var.[3] Bu bağlamda TÜİK’in 2009 yılında yayınladığı Gelir ve Yaşam Koşulları araştırmasında son derece ilginç veriler bulmak mümkün. Bu araştırmada Türkiye’de yevmiyeli, kendi hesabına çalışan ve ücretsiz aile işçisi kategorisindekiler arasındaki yoksulluk oranının, sırasıyla, yüzde 26,8, yüzde 22, 49 ve yüzde 29,58 olarak verildiğini, aynı yıl ülke genelindeki ortalama yoksulluk oranın ise yüzde 15, 2 olduğunu görüyoruz.[4]
Bu veriler, yoksullukla işsizlik arasındaki ilişki üzerine biraz daha ciddi düşünmemiz açısından önemli. Eğer bir iş bulup çalışmak çalışma yaşındaki nüfusun önemli bir kısmının yoksulluktan kurtulmasına yetmiyorsa, istihdamın niteliği üzerinde düşünmemiz ve istihdam yaratmaya değil “insana yakışır iş” yaratmaya odaklanmamız gerekiyor. Bugün iktidarın yoksullukla mücade ufkunda böyle bir şey göremiyoruz.
"Gerçek vatandaş" ve "Muhtaç"
Eşit vatandaşlık ilkesi doğrultusunda sosyal içerme amacına hizmet eden bir politika arayışı, iktidarın yoksullukla mücadele ufkunda görmediğimiz başka bir şey. Türkiye’de sosyal yardımların GSYIH içindeki oranı 2002’de yüzde 0.5’ten bugün yüzde 1,5’a yaklaşmış durumda. Pek çok yoksul haneye ulaşan bu yardımlar onlardan yararlanan insanlar için hiç önemsiz değil. Ama aldıkları yardımlar bu insanların kendilerini hak sahibi vatandaş olarak görmelerini sağlayacak şekilde yapılmıyor. Aksine, sosyal yardımların, insanların gerçek vatandaşlarlar ve muhtaçlar olarak tanımlayabileceğimiz iki farklı kategoriye ayrıldığı bir kurumsal yapı içinde ve o yapıya uygun biçimde yürütüldüğünü görüyoruz.
Sosyal politika alanının kurumsal yapısı içinde, çalışan ve prim ödeyerek sosyal haklardan yararlanan “gerçek vatandaş” kesimiyle sosyal yardımlardan yararlanan “muhtaç” kesminin birbirinden ayrılmış olduğunu görüyoruz. Gerçek vatandaşların haklarıyla ilgili işlemler, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bünyesindeki Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından yürütülürken, dul-yetim-gazi engelli- muhtaç durumdaki yaşlı ve genel olarak fakir fukaraya verilen destek Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na havale edilmiş durumda. Bu yapı içinde, hayırseverlik mantığı doğrultusunda “muhtaçlara el uzatan” bir yaklaşımın hedef kitlesiyle hak temelli sosyal politika önlemlerinin hedeflediği kitlenin birbirinden ayrıldığını görüyoruz.
Türkiye'de sosyal yardımlar
Muhtaçlara el uzatan yaklaşımın, yardıma muhtaç kitlenin kendi ayakları üzerinde durabilir hale gelmesini hedeflediğini ya da bu hedefe hizmet edebilecek bir biçim aldığını söylemek de pek kolay değil. Sosyal yardımların yoksullukla mücadelede anlamlı bir rol oynayabilmeleri için gerçekleşmesi gereken koşullar konusunda genel bir mutabakat vardır. Buradaki en önemli soru, yardımların yoksulların hayatına damgasını vuran belirsizliği ne ölçüde azalttıkları, onların kendi hayatlarıyla ilgili uzun dönemli planlar ve seçimler yapabilmelerine ne ölçüde olanak sağladıkları sorusudur.
Bu yönde etkili olan yardımlar, düzenli olarak verilen ve düzeyi anlamsız derecede düşük olmayan nakit transferlerden oluşur. Bu yardımların aşağılayıcı ihtiyaç tespiti yöntemlerine baş vurmadan yapılması da, yardım alanların kendilerini toplumun eşit bir ferdi olarak görmeleri ve kendi sorumluluklarını da buna göre tanımlamaları açısından önemlidir. Bu genel kabul gören ilkeler ışığında Türkiye’de ortaya çıkan tablo pek iç açıcı görünmüyor.
2013 yılında ayni yardımlar hala yardımların yüzde 33’e yakın önemli bir kısmını oluşturmaktadır.[5] Verilen ayni yardımlar arasında Soma faciası vesilesiyle hangi koşullarda çıkarıldığını öğrendiğimiz kömür de bulunmaktadır. 2013’te düzenli yardımlardan yaralanan hane sayısı 2 258 734, geçici yardımlardan yararlanan hane sayısı 1 997 306 olmuştur.[6] Yani düzensiz yardımlar hala önemlidir. Çocukların sağlık kontrolundan geçirilmesi, okul yaşındakilerin de okula gönderilmesi şartıyla yapılan yardımlar gibi bazı düzenli yardımların miktarı gayet düşüktür. Miktarı daha anlamlı olan bazı düzenli yardımların durumunda ise, ortaya özellikle kadınları ilgilendiren bazı sorunlar çıkmaktadır.
Mesela engellilerin evde bakımı için aileye yapılan transferler, “doğal olarak” bakım işlerini üstlenecekleri düşünülen kadınların eve kapanmalarına yol açacak niteliktedir. Bugün Türkiye’deki sosyal yardım alanında görülen en güçlü eğilim “ailecilik” eğilimidir ve bu eğilim, kurumsal bakım karşıtı güçlü bir söylem doğrultusunda, bakım hizmetlerinin neredeyse tamamen aileye yani kadınlara yüklenmesine yol açmaktadır.
Engelli, yaşlı ve çocuk bakımı alanına hakim olan büyük bir kurumsal az gelişmişlik ve kurumsal tahayyül tembelliği, kadınların toplumdan dışlandıkları, kadın istihdam oranının dünya ortalamalarının utanç verici biçimde altında kaldığı bir durumu tanımlayan önemli unsurlar arasında yer almaktadır. Aslında bakım konusunun da ötesinde ve daha genel bir düzeyde, kadınların bir erkek tarafından bakılmaya ve korunmaya muhtaç kimseler olduğu fikrinin benimsendiği, dolayısıyla “sahipsiz” kadınların “hak eden yoksul” olarak değerlendirilip muhtaç kategorisi içinde gerçek vatandaşlardan farklı bir konuma yerleştirildikleri bir sistemin varlığından söz etmek mümkün görünüyor.
Dönüşüm
Bu epeyce sevimsiz tablonun en sevimsiz yanlarından biri, sosyal yardımlara ayrılan epeyce önemli kaynakları, hayırseverlik mantığı doğrultusunda, gerçek vatandaşlardan ayrılmış bir muhtaç kitlesini hedefleyerek kullanan bir sistemin siyasi sonuçlarıyla ilgili. Türkiye örneğinin, sosyal haklarla siyasi hakların ne ölçüde birbirlerini tamamlayan haklar olduklarını, bu haklardan birinin yokluğunda ötekinin içinin nasıl boşalacağını göstermek açısından gayet iyi bir örnek olduğunu söyleyebiliriz.
Muhtaçları kollayan bir sistem içinde en acil ihtiyaçları bir ölçüde karşılanan kimselerin sahip oldukları imkanları kaybetmemeye çalışmaları ve siyasi seçimlerini bu doğrultuda yapmaları doğaldır. Eğer Cumhuriyet döneminin daha erken bir safhasında düzgün işleyen hak temelli bir sosyal yardım sistemi kurulmuş olsaydı, bugün hak temelli olmayan bir sistemin siyaseten istismarı söz konusu olmazdı.
Ama herhalde geçmişte yapılmayanları bir kenara bırakıp bugün yapılabilecekleri düşünmekte fayda var. Türkiye’de bugün gördüğümüz sosyal yardım sisteminin ciddi bir kurumsal dönüşüm geçirmesi yerinde olacaktır. Bu yeniden düzenleme, harcamalarda ciddi bir artış gerektirmeyebilir, hatta bürokratik maliyette bir azalmaya bile yol açabilir.
Ama bu dönüşümün, bugün yardımlardan yararlanan insanların sahip oldukları imkanların ellerinden alınacağını düşünmelerine yol açmadan gerçekleştirilmesi, siyaseten büyük önem taşımaktadır. Sosyal yardımın her türlüsünü sadaka olan gören, yoksulluğu işsizlikle özdeşleştirip yoksulluk sorunu istihdam yaratarak çözme hayallerine dayanan bir anlayışın sorumsuzca dile getirilmesinin siyasi başarıya yol açmayacağı kolayca görülebilir. (AB/BK)
* Ayşe Buğra, Prof. Sr., Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde öğretim üyesi, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu merkezinin kurucu başkanlarından. iktisadi düşünce tarihi, iktisat metodolojisi, sosyal politika, gelişme iktisadı, yoksulluk, vatandaşlık geliri üzerine çalışmalarını sürdürüyor. Türkçe kitapları İletişim Yayınları'ndan çıktı.
[1] Medyan gelir herkesin gelirlerini sıraladığımızda orta sırada yer alan gelirdir; bu ülkenin ortalama geliriyle aynı şey değildir.
[2] TÜİK, “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2006- 2013,” http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1013 (Erişim: 20.12.2014).
[3] OECD, “Is Work the Best Antidote to Poverty?” in OECD Employment Outlook 2009 (OECD, 2009), 180.
[4] TÜİK, 2009 Yoksulluk Çalışması Sonuçları,” http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1013 (Erişim: 20.12.2014). Burada 2009 verilerine dayanmamızın nedeni, TÜİK’in 2009 sonrasında yoksullukla ilgili yayınladığı istatistiklerin kapsamını önemli ölçüde daraltmış ve bu bağlamda işteki konuma göre yoksulluk oranlarını vermemeye başlamış olması. Bu konuda eleştirel bir gözlem için bkz. http://www.haberturk.com/yazarlar/ismet-ozkul/725535-tuik-yoksulluk-verilerini-derin-dondurucuya-atti
[5] TÜİK Haber Bülteni, “Sosyal Koruma İstatistikleri, 2008-2012” http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=16201 (Erişim: 20.12.2014).
[6] Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, “2013 Yılı Faaliyet Raporu,” (T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı: 2014) 113.